Görevimiz gereği bayramın ikinci gününü de Lübnan’da geçirecektim. Birinci gününde başlayan kurban kesimi ve et dağıtımı 2. Gününde de devam edecekti.
Hedef 10 bin ihtiyaç sahibine ulaşmak olunca ekip ikiye ayrıldı.
Birinci gruptakilerin hedefinde Beka vadisindeki kamplar vardı. Orada da insanlık dramları yaşanmaktaydı ve Türk Kızılay kurban bayramında onlara ulaşabilmeliydi.
Benimde yer aldığım ikinci gurubun hedefi ise Suriye’nin Lazkiye sınırına komşu olan ve yoğun olarak Türkmenlerin yaşadığı Qureyşa bölgesiydi. Oralarda bizi görmekten mutlu olacak ve büyük bir kısmının Türkçe konuştuğu Türkmenler bizleri bekleyecekti.
Beraberimizde olan gazetecilerle birlikte yola çıktık. Ancak bizi bir sürpriz bekliyordu.
Yolumuz üzerindeki tarihi Tripoli şehrinde Abdulhamit’in 4. Kuşak torunu bir Osmanlı hanedanı ailesi yaşamaktaydı.
Gazeteci arkadaşlar hemen Türkiye Büyükelçiliği ile temasa geçmiş, bu aileden bir randevu almayı başarmışlardı. Bu da benim için heyecan vericiydi.
Tripoli ’ye vardığımızda Büyükelçilik görevlisi Mevlüt Bey bizi karşıladı. Araçlarımızla Tripolinin dar sokaklarından da geçerek bir sade apartmanın önünde durduk.
Apartman dış görüntüsü itibariyle yer, yer sıvaları dökülmüş yaklaşık 30 yıllık, belki de daha yaşlı bir binaydı. Her biri çift daireden oluşan binanın eski asansörüyle 3. Katına çıktık.
Daire kapısına geldiğimizde bizleri önce diğer dairelerin kapılarından farklı bir kapı karşıladı. Diğerleri klasik birer kapı iken bu Osmanlı desenleriyle süslenmiş bir kapıydı.
Leyla Sultan, eşi İbrahim Bey, oğlu İbrahim Bey ve kızı tarafından kapıda karşılandık ve salona alındık. Ancak adımımızı içeri attığımız andan itibaren kendimizi adeta bir tarih tünelinde ve Yıldız Sarayında bulduk.
Duvarlar Osmanlı aile resimleriyle süslenmiş, mobilyalar özenle seçilmişti. Salonun bir duvarında Abdülhamit Han’ın, Leyla Hanımın Büyük dedesi Şehzade Mehmet Selim Efendi’nin resmi ayrıca Babası İbrahim Ethem Bey ve diğer aile resimleri vardı.
Diğer duvarda ise anladığım kadarıyla bir örneği Yıldız Sarayında olan Leyla Hanım’ın anneannesi Mehpare Sultan’ın büyük boy bir resmi duruyordu.
Sehpalar çok zevkli örtüler ve üzerinde cam ve kristal vazolarla bezenmişti.
Gazeteci arkadaşlar hem vakit darlığından hem de sabırsızlıklarından biran önce Leyla Hanımla söyleşiye başlamak istiyorlardı. Ancak sorun şuydu ki Leyla Hanım sadece Arapça ve Fransızca konuşurken gazeteci arkadaşlar sadece İngilizce ve Türkçe konuşabiliyorlardı.
Elçilik görevlimiz Mevlüt Bey hemen devreye girdi ve tercümanlık görevini yüklendi.
Dramatik hayat hikâyelerini dinlerken hep beraber zaman zaman duygulandık. Hatta bir ara Leyla Hanım gözyaşlarına boğuldu ve “Kusura bakmayın ben devam edemeyeceğim, oğlum İbrahim anlatmaya devam etsin” dedi.
Osmanlı Hanedan sürgününde sadece üzerlerindeki kıyafetlerle Fransa’ya gitmişler. Beraberlerinde bu ülkenin insanlarına olan saygılarından saraydan hiçbir şey almamışlar.
Özellikle Mehpare Sultan ilk zamanlar elbiselerinin üzerindeki mücevherleri satarak, son olarakta tacını satarak geçimini sağlamaya gayret etmiş.
Tabii ki sonrasını anlatmaya bile gerek yok. Ülkeyi 600 yıl yönetmiş bir ailenin Fransa’da bulaşıkçılık yapan, banklarda yatan, cenazesi rehin kalan fertleri…
Fransa’nın acıyıp çocuklarına tahsil yapma imkanı bahşetmesinden sonra biraz olsun hayatları değişmeye başlamış Leyla Sultan’ın. 1940’lı yıllarda önce Beyrut’a, daha sonra Trablus’a yerleşmişler.
Leyla Sultan küçük yaşlardayken Babasıyla birlikte İstanbul’a turist olarak gelmiş. Oradan Yıldız sarayına uğramışlar. Baba İbrahim Ethem Bey Leyla Hanıma Yıldız Sarayına girerken sıkı sıkıya tembihlemiş. “Aman ha! İçeride gezerken Osmanlı Hanedan ailesinden olduğunu belirtecek bir tepki verme” diye. Ancak Saray gezilirken Mehpare Sultan’ın piyanosu ve duvarda düğün resimleri asılı köşeyi gördüklerinde Leyla Sultan gözyaşlarını tutamayıp hıçkırarak ağlamaya başlamış. Baba İbrahim Ethem Bey hemen kızına sarılarak hızla Saraydan çıkmak zorunda kalmış.
Ancak işin en dramatik yanı gazeteci arkadaşlardan Zeynep Hanımın kendini tanıtmasıyla oldu. Zeynep Hanım kendisinin İsmet İnönü’nün torunu olduğunu söyleyince aynı kare içerisine Sürgün edilenlerle, sürgün edenlerin torunları girmiş oldu.
Beraber fotoğraflar alındıktan sonra veda etme zamanı gelmişti. Yine aynı alicenaplıkla bizleri kapıya kadar yolcu ettiler.
Artık yeniden asli görevimiz olan Kurban eti dağıtma işine dönebilirdik. Vardığımız Türkmen bölgesinde yine kendisi bir Türkmen olan Belediye başkanı ile kısa bir sohbetin ardından Türkçe dualar eşliğinde emanet kurban etlerimizi dağıttık.
Hedef 10 bin ihtiyaç sahibine ulaşmak olunca ekip ikiye ayrıldı.
Birinci gruptakilerin hedefinde Beka vadisindeki kamplar vardı. Orada da insanlık dramları yaşanmaktaydı ve Türk Kızılay kurban bayramında onlara ulaşabilmeliydi.
Benimde yer aldığım ikinci gurubun hedefi ise Suriye’nin Lazkiye sınırına komşu olan ve yoğun olarak Türkmenlerin yaşadığı Qureyşa bölgesiydi. Oralarda bizi görmekten mutlu olacak ve büyük bir kısmının Türkçe konuştuğu Türkmenler bizleri bekleyecekti.
Beraberimizde olan gazetecilerle birlikte yola çıktık. Ancak bizi bir sürpriz bekliyordu.
Yolumuz üzerindeki tarihi Tripoli şehrinde Abdulhamit’in 4. Kuşak torunu bir Osmanlı hanedanı ailesi yaşamaktaydı.
Gazeteci arkadaşlar hemen Türkiye Büyükelçiliği ile temasa geçmiş, bu aileden bir randevu almayı başarmışlardı. Bu da benim için heyecan vericiydi.
Tripoli ’ye vardığımızda Büyükelçilik görevlisi Mevlüt Bey bizi karşıladı. Araçlarımızla Tripolinin dar sokaklarından da geçerek bir sade apartmanın önünde durduk.
Apartman dış görüntüsü itibariyle yer, yer sıvaları dökülmüş yaklaşık 30 yıllık, belki de daha yaşlı bir binaydı. Her biri çift daireden oluşan binanın eski asansörüyle 3. Katına çıktık.
Daire kapısına geldiğimizde bizleri önce diğer dairelerin kapılarından farklı bir kapı karşıladı. Diğerleri klasik birer kapı iken bu Osmanlı desenleriyle süslenmiş bir kapıydı.
Leyla Sultan, eşi İbrahim Bey, oğlu İbrahim Bey ve kızı tarafından kapıda karşılandık ve salona alındık. Ancak adımımızı içeri attığımız andan itibaren kendimizi adeta bir tarih tünelinde ve Yıldız Sarayında bulduk.
Duvarlar Osmanlı aile resimleriyle süslenmiş, mobilyalar özenle seçilmişti. Salonun bir duvarında Abdülhamit Han’ın, Leyla Hanımın Büyük dedesi Şehzade Mehmet Selim Efendi’nin resmi ayrıca Babası İbrahim Ethem Bey ve diğer aile resimleri vardı.
Diğer duvarda ise anladığım kadarıyla bir örneği Yıldız Sarayında olan Leyla Hanım’ın anneannesi Mehpare Sultan’ın büyük boy bir resmi duruyordu.
Sehpalar çok zevkli örtüler ve üzerinde cam ve kristal vazolarla bezenmişti.
Gazeteci arkadaşlar hem vakit darlığından hem de sabırsızlıklarından biran önce Leyla Hanımla söyleşiye başlamak istiyorlardı. Ancak sorun şuydu ki Leyla Hanım sadece Arapça ve Fransızca konuşurken gazeteci arkadaşlar sadece İngilizce ve Türkçe konuşabiliyorlardı.
Elçilik görevlimiz Mevlüt Bey hemen devreye girdi ve tercümanlık görevini yüklendi.
Dramatik hayat hikâyelerini dinlerken hep beraber zaman zaman duygulandık. Hatta bir ara Leyla Hanım gözyaşlarına boğuldu ve “Kusura bakmayın ben devam edemeyeceğim, oğlum İbrahim anlatmaya devam etsin” dedi.
Osmanlı Hanedan sürgününde sadece üzerlerindeki kıyafetlerle Fransa’ya gitmişler. Beraberlerinde bu ülkenin insanlarına olan saygılarından saraydan hiçbir şey almamışlar.
Özellikle Mehpare Sultan ilk zamanlar elbiselerinin üzerindeki mücevherleri satarak, son olarakta tacını satarak geçimini sağlamaya gayret etmiş.
Tabii ki sonrasını anlatmaya bile gerek yok. Ülkeyi 600 yıl yönetmiş bir ailenin Fransa’da bulaşıkçılık yapan, banklarda yatan, cenazesi rehin kalan fertleri…
Fransa’nın acıyıp çocuklarına tahsil yapma imkanı bahşetmesinden sonra biraz olsun hayatları değişmeye başlamış Leyla Sultan’ın. 1940’lı yıllarda önce Beyrut’a, daha sonra Trablus’a yerleşmişler.
Leyla Sultan küçük yaşlardayken Babasıyla birlikte İstanbul’a turist olarak gelmiş. Oradan Yıldız sarayına uğramışlar. Baba İbrahim Ethem Bey Leyla Hanıma Yıldız Sarayına girerken sıkı sıkıya tembihlemiş. “Aman ha! İçeride gezerken Osmanlı Hanedan ailesinden olduğunu belirtecek bir tepki verme” diye. Ancak Saray gezilirken Mehpare Sultan’ın piyanosu ve duvarda düğün resimleri asılı köşeyi gördüklerinde Leyla Sultan gözyaşlarını tutamayıp hıçkırarak ağlamaya başlamış. Baba İbrahim Ethem Bey hemen kızına sarılarak hızla Saraydan çıkmak zorunda kalmış.
Ancak işin en dramatik yanı gazeteci arkadaşlardan Zeynep Hanımın kendini tanıtmasıyla oldu. Zeynep Hanım kendisinin İsmet İnönü’nün torunu olduğunu söyleyince aynı kare içerisine Sürgün edilenlerle, sürgün edenlerin torunları girmiş oldu.
Beraber fotoğraflar alındıktan sonra veda etme zamanı gelmişti. Yine aynı alicenaplıkla bizleri kapıya kadar yolcu ettiler.
Artık yeniden asli görevimiz olan Kurban eti dağıtma işine dönebilirdik. Vardığımız Türkmen bölgesinde yine kendisi bir Türkmen olan Belediye başkanı ile kısa bir sohbetin ardından Türkçe dualar eşliğinde emanet kurban etlerimizi dağıttık.