Öyle anlaşılıyor ki Hz. Ömer’in takdir ve özeleştirisinde, işin özü kadar o duayı yapan kişinin, “Kur’an-ı Kerimde okudum ki,” gibi doğrudan bilgi sahibi olduğunu gösteren bir cümle ile değil de “duydum ki” diye dolaylı yoldan öğrendiği bilgiye samimiyetle uymuş olduğunu söylemiş olmasının da payı büyüktür.
Hem dua sahibinin hem de Hz. Ömer’in takdir edilecek ve örnek alınacak bu sözlerinin ötesinde olayın ortaya koyduğu bir başka gerçek daha vardır. O da ilk Müslümanların şükrü, söz değil fiil olarak anlamış olduklarıdır. Bir başka ifade ile “nimete şükür nimetin cinsinden olur” anlayışına sahip bulunmalarıdır.
Zaman içinde böylesi dinamik bir şükür anlayışı sözlü olarak “elhamdülillah” diye hamdetmekle yetinmek şeklinde uygulanmaya başlanmıştır. Nimete hamdetmek güzeldir ama daha güzel olanı şükretmektir. Şükür ise yukarıda işaret edildiği gibi nimetin cinsinden olur. Herhalde âyet-i kerimede az oldukları bildirilen “şükreden kullar” da bu anlamda yani şükrü fiilen/ eylem olarak yerine getirenler olsa gerektir.
Kültürümüzdeki “ağniyâ-i şâki¬rîn” terkibi, sahip oldukları nimetin cinsinden veren ve çevresindekileri faydalandıran ve sonra da hamd eden zenginler için kullanılır.
Konuyu biraz güncele getirirsek, fakir komşusuna bir kap yemek göndermeden akşam üç kap yemeğini yedikten sonra koltuğuna yaslanıp hanımın getirdiği kahveyi yudumlarken “elhamdülillah bugün de doyduk, sana şükürler olsun ya Rabbi” demekle nimete gerçekten şükredilmiş olmaz. Aynı şekilde dünyanın değişik yörelerinde yeterince beslenemeyen, aç yatıp kalkan hatta açlıktan ölen kimseler varken onları görmezden gelip her öğünden sonra yüksek sesle elhamdülillah demekle gerçek anlamda şükredilmiş olunamaz. Hele hele “gerçekten az olan şükreden Allah kulları”ndan olmak herhalde hiç mümkün olmaz.
“Şükreden kulların az olduğunu” bildiren âyet-i kerimenin hemen öncesinde İ’melû âle Davude şükran = Ey Davud âilesi şükür işleyin, şükür için çalışın!” buyurulmuş olması, sözlü olarak elhamdülillah demenin çok ötesinde şükür kavramındaki fiilî özü ve çerçeveyi açıkça ortaya koymaktadır.
Nimete fiilen şükretme erdemini yerine getirebilmek için hiç kuşkusuz kişinin bilgi, bilinç ve afiyet üzre olması önde gelir. Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Allah, kendisinden âfiyet dilenmesinden pek hoşnud olur.”3 Bir başka hadis-i şeriflerinde de şu tavsiyede bulunmuştur: “Allah’tan dünya ve ahirette âfiyet isteyin!”4
Kısa, özlü ve anlamlı dua etmek isteyenler için, dünya ve ahiretin mutluluğunu dilemek yani âfiyet istemek, Hz. Peygamber’in tavsiyesine uygun akıllıca bir dilekte bulunmaktır. Çoğu zaman hoca efendilerden duyduğumuz, Allahümme innî esêlüke temâme’n-nimeh ve devâme’l âfiyeh ve hüsne’l hâtimeh’den oluşan üçlü dua bunun güzel bir örneğini oluşturmaktadır.
Hem dua sahibinin hem de Hz. Ömer’in takdir edilecek ve örnek alınacak bu sözlerinin ötesinde olayın ortaya koyduğu bir başka gerçek daha vardır. O da ilk Müslümanların şükrü, söz değil fiil olarak anlamış olduklarıdır. Bir başka ifade ile “nimete şükür nimetin cinsinden olur” anlayışına sahip bulunmalarıdır.
Zaman içinde böylesi dinamik bir şükür anlayışı sözlü olarak “elhamdülillah” diye hamdetmekle yetinmek şeklinde uygulanmaya başlanmıştır. Nimete hamdetmek güzeldir ama daha güzel olanı şükretmektir. Şükür ise yukarıda işaret edildiği gibi nimetin cinsinden olur. Herhalde âyet-i kerimede az oldukları bildirilen “şükreden kullar” da bu anlamda yani şükrü fiilen/ eylem olarak yerine getirenler olsa gerektir.
Kültürümüzdeki “ağniyâ-i şâki¬rîn” terkibi, sahip oldukları nimetin cinsinden veren ve çevresindekileri faydalandıran ve sonra da hamd eden zenginler için kullanılır.
Konuyu biraz güncele getirirsek, fakir komşusuna bir kap yemek göndermeden akşam üç kap yemeğini yedikten sonra koltuğuna yaslanıp hanımın getirdiği kahveyi yudumlarken “elhamdülillah bugün de doyduk, sana şükürler olsun ya Rabbi” demekle nimete gerçekten şükredilmiş olmaz. Aynı şekilde dünyanın değişik yörelerinde yeterince beslenemeyen, aç yatıp kalkan hatta açlıktan ölen kimseler varken onları görmezden gelip her öğünden sonra yüksek sesle elhamdülillah demekle gerçek anlamda şükredilmiş olunamaz. Hele hele “gerçekten az olan şükreden Allah kulları”ndan olmak herhalde hiç mümkün olmaz.
“Şükreden kulların az olduğunu” bildiren âyet-i kerimenin hemen öncesinde İ’melû âle Davude şükran = Ey Davud âilesi şükür işleyin, şükür için çalışın!” buyurulmuş olması, sözlü olarak elhamdülillah demenin çok ötesinde şükür kavramındaki fiilî özü ve çerçeveyi açıkça ortaya koymaktadır.
Nimete fiilen şükretme erdemini yerine getirebilmek için hiç kuşkusuz kişinin bilgi, bilinç ve afiyet üzre olması önde gelir. Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Allah, kendisinden âfiyet dilenmesinden pek hoşnud olur.”3 Bir başka hadis-i şeriflerinde de şu tavsiyede bulunmuştur: “Allah’tan dünya ve ahirette âfiyet isteyin!”4
Kısa, özlü ve anlamlı dua etmek isteyenler için, dünya ve ahiretin mutluluğunu dilemek yani âfiyet istemek, Hz. Peygamber’in tavsiyesine uygun akıllıca bir dilekte bulunmaktır. Çoğu zaman hoca efendilerden duyduğumuz, Allahümme innî esêlüke temâme’n-nimeh ve devâme’l âfiyeh ve hüsne’l hâtimeh’den oluşan üçlü dua bunun güzel bir örneğini oluşturmaktadır.